Merhaba,
Bir Haziran ayına, tam da buğdayın hasatından önceye geliyor dünyaya merhaba deyişimiz. İlk önceleri birlikteyiz annemizle Zonguldak'ın Çaycuma İlçesi'nin Esentepe Köyü'ndeki iki göz ahşap evimizde. Ama kırkımızdan sonra annemiz tarlamıza, bizse babaannemizin ağzında çiğnediği patateslerle doyurup göğsünde ısıttığı biberonlarla beslediği tahta beşiğimize. Büyüyoruz yavaş yavaş. Bize bakarken bir taraftan da evin işlerini yapabilmek için karyolanın ayağına bağlıyor bizi babaannemiz. Hafızasında kalan kırıntılara göre çok yaramazmışız. Demek ki o zamanlardan başlıyor hırsımız, kabımıza sığmayışımız.
Renkleri sevmek…
Okula başlıyoruz siyah önlüğümüzle. İlkokulumuzun yüzümüzde tebessümler bıraktığı o taşlı futbol sahasının içinde buluyoruz kendimizi. Fenerbahçeli oluveriyoruz birden gıcık olduğumuz çocuklar Galatasaraylı diye. Her tenefüs çılgınca futbol, her seferinde idda, her seferinde bol bol kavga… Sarı ile laciverti bir başka yakıştırıyoruz birbirine ilkokulumuzun ikinci yılının ikinci döneminden beri. Kişiliğimizin Fenerbahçeli yanının temeli o yıllarda atılıyor farkında olmadan.
Karar vermek...
İlkinde, ortasında, lisesinde bazen isteyerek bazen de istemeden bazen birkaç oy farkıyla bazen de rakipsiz her yıl sınıf başkanı olmuşuz nedense. Önde olmayı, iletişim kurmayı, yönlendirmeyi, koşuşturmayı seviyoruz. Derken sevgili edebiyatçımız Muazzez Karadeniz hocamız açıyor gözümüzü, gönlümüzü; önümüzü. Karar veriyoruz iletişim okumaya ve mezun oluyoruz. İlle de üniversite diye tutturuyoruz kara elması yirmi yıl işleyip henüz emekliye ayrılmış babamıza. Önce İstanbul’da dershaneye gidiyoruz. Küçük kardeşimiz Ramazan çalışıp dershane taksitleri ve harçlığımızı veriyor karşılıksız olarak. Sonra Kıbrıs’la tanışıyoruz. Yakın Doğu’da burslu, başarılı ama huzursuz bir yılın ardından zar zor Konya’ya atıyoruz kendimizi. Neden sonra ineklik etmekten vazgeçip etkinliklere, faaliyetlere katılıyor, metin yazmalara, grafik öğrenip reklam tasarlamalara başlıyoruz. Kokoreç satarak mesleğimizi pratiğe döker halde buluyoruz kendimizi üniversitenin ikinci yılının ikinci döneminde. Sonra bir Ramazan ayında, eşim Yasemin’le karşılaşıyoruz bir iftar sofrasında. Zaman su gibi geçiyor O’ndan sonra.
İş Hayatı...
Diplomayı almadan iş sahibi oluyoruz fotoğraf kısmına Cin Ali çizdiğimiz bir “İş Başvuru Formu” sayesinde. Bir çaylak olarak Afra’da bodoslama dalıyoruz iş hayatına. Markette afiş asarak, depoları tasnif ederek, ürün fotoğrafı çekerek, insert içeriği hazırlayarak geçen bir yılın ardından ikinci basamağa ulaşıyoruz kariyer merdivenimizde. Pişiyoruz, dumanımız tüttükçe medya satın alıyor, basınla ilişki kuruyor, sorumluluk ve inisiyatif almaya başlıyoruz. Lisansüstü eğitimimize başlıyoruz bir taraftan Hüseyin Hoca’nın tadını unutmayalım diye. Balık satmayı bile öğrendiğimiz marketin halkla ilişkiler departmanından koşar adım uzaklaşıp Kulesite’nin Halkla İlişkiler Sorumluluğuna geliyoruz. Bu arada Kulesite ile kariyerimizi süsleyeli bir yıl olmuşken eşim Yasemin’le hayatımızı birleştiriyoruz. İki yıl sindire sindire öğrenerek sürdürdüğümüz Halkla İlişkiler Sorumluluğu görevimiz, Kurumsal Pazarlama Sorumlusu’na dönüşüyor sonra. Oniki yaşından beri annemizden, babamızdan, kardeşlerimizden uzakta geçen ömrümüz, gurbete çıkıyor yeniden. Ailemle geçen 27, eşimle geçen 6 yılın ardından kısa bir mola verip askere gidiyoruz… Hem de 12 Aralık'ta, eşimin doğum gününde...
Günlerin ay gibi geçtiği Ankara’daki asker ocağından dönüşümüzde İttifak Holding’te buluyoruz kendimizi. Haziran 2011’den bu yana Kurumsal İletişim Uzmanı olarak devam ediyoruz iş hayatımıza. Derken Eren geliyor dünyaya ve hayatımız bambaşka bir boyut kazanıyor. Şimdilerde her akşam farklı bir yoldan ev iş arası gidip geliyor, bol bol Eren’le haytalık yapıyor, boş vakit denilen o hoyrat zamanlarda da benden, bizden, oradan, buradan, daha çok iyi olan “fikir”lere ilişkin karalıyoruz “fikirteknesi”nde.
Blog ile ilgili öneri ve eleştirilerinizi enginbozaci@hotmail.com adresine gönderebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder